ALTAN SANCAR [email protected] @altansancarr Deprem güncesi (3) Depremlerin 6’ncı günü… En ağır hasarlı şehirlerden Hatay’ın Antakya ilçesindeyiz. Çok şey duyup çok şey gördük ama Türkmenbaşı Caddesi’nde farklı bir hikâye var…
Deprem güncesi (3)
Depremlerin 6’ncı günü… En ağır hasarlı şehirlerden Hatay’ın Antakya ilçesindeyiz. Çok şey duyup çok şey gördük ama Türkmenbaşı Caddesi’nde farklı bir hikâye var. Yıkılan Maruf Cilli Apartmanı’nın altında üç milletten insan var….
Doç. Dr. Betül Balıkçıoğlu, Suriyeli Husam Muaadm’ın annesi, babası, abisi, kız ve erkek kardeşleri ve Cilli ailesinin fertleri…
Enkazdan biraz uzakta aynı ateşin başında ısınan bir avuç insan… Gözleri enkazda…
Çalışmaları DAM-SAR yürütüyor. Enkazdan ses alınmış. O yüzden bir umutla karışık gergin bir bekleyiş var. Ama ekiplerin de işi çok zor. Öyle bir enkaz düşünün ki üç apartmanın yıkıntısı birbirine karışmış, yan apartmanda aranan bir başka apartmandan, üst katlarda arananlar alt katlardan çıkarılıyor. Apartman yıkıldı yıkılacak…
Altındakileri çıkarmak için binanın tam anlamıyla enkaz haline getirilmesi gerekiyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gönderdiği iş makinesi aralıksız çalışıyor.
Enkazın altındaki Betül Balıkçıoğlu, Hatay’da nüfusu giderek azalan Rum Ortodokslardan. Mustafa Kemal Üniversitesi İşletme Bölümü’nde doçent doktor olarak görev yapıyor. Enkaz başında kardeşleri Damien ve Yusuf Balıkçıoğlu…
Yusuf çok az konuşuyor, yemiyor ve içmiyor. Aralıksız sigara içiyor ve ateşin başındaki sandalyede oturup etrafı izlemekle yetiniyor. Durmadan tekrarlıyor: “Burada ısınmaktan utanıyorum!”
Damien düşüncelerinden uzaklaştırmaya çalışıyor kendisini, etrafındaki tanıdıklarıyla sık sık konuşuyor. Ayakta dolanıp dururken abisine sorular sorarak kendine getirmeye çalışıyor. Ama Yusuf’un hiç niyeti yok, “Düşünecek durumda değilim” diyor.
Ailenin en dirayetlisi ise uzaklardan ulaşmış. İsviçre’deki kuzen Cem Boğusoğlu dayanamamış, uçağa atladığı gibi Antakya’ya gelmiş. Aileyi teselli etme ve güçlü tutma görevi onda.
Enkaza dönen apartmanın altında yatanlar ve başında bekleyenler eksi 3 dereceyi bulan soğuğa karşı aynı ateşin başında buluşuyor. Birbirlerini teselli ediyor, bazen umut veriyor ve apartmanın krokisi hakkında konuşuyorlar. Ellerdeki kağıtlara evlerin krokisi çiziliyor, DAM-SAR ekiplerine veriliyor.
Gecenin ilerleyen saatleri, iş makinesi çalışmaya devam ederken bir anda duruyor. Önce arama kurtarma ekibinden, ardından çevreden sesler yükseliyor: “Hoop! El var, el gördük!” Makine duruyor, yıkılmak üzere olan apartmanın üzerine kepçenin çıkması için açılan yoldan ekipler fırlıyor. Daha önce üçüncü katın tavanı olan, şimdiler de koptu kopacak parçanın üzerine geliyorlar.
Evet, spotların ve el fenerlerinin aydınlattığı yerde bir şey sallanıyor. Çevreden “Vallahi el sallıyor” sesleri yükseliyor. Ateşin başında duranlar ayaklanıyor, enkaza doğru gidiyor; asker rica ediyor: “Bırakın işlerini yapsınlar…”
Enkazın üzerinden gelen ses kesin: “Sessizlik! Kontak kapat!” Çevrede çalışan iş makineleri duruyor, artık uzaklardan gelen nadir ambulans sesleri ve iş makinelerinin sesi kalıyor. Trafik duruyor ve o ses yükseliyor: “Sesimi duyan var mı?” Defalarca…
Ses yok, ekip soruyor: “Eli nerede gördünüz?” Fenerler oraya çevriliyor, kalaslar aşağı atılıyor ve herkese umutlandıran yere ulaşılıyor. Rüzgârın savurduğu bir poşet… Kabullenmek zor, ısrarla bakılıyor. Bir kez daha bakılıyor, ama sallanan bir el yok. Poşet kaldırılınca artık sallanan bir şey de yok. Ve o umutları bitiren ses yükseliyor: “Trafiği aç, devam!”
Saat gece yarısını geçiyor, iş makinesi biraz daha çalışıyor ve sonra duruyor. Ateşin başında bekleyenler, enkazdan çıkardıklarını yatak yapanlar ve ekipler… Herkes uyumak için bulduğu yere sığınıyor. Biz de şehirdeki ilk üç günde, gece karanlığında enkazlardan gelen ve çaresiz kaldığımız yardım çığlıklarını duymamak için boş arazilerde uyuduğumuz günlerin ardından ilk defa bir enkaza bu kadar yakında kestirmek üzere arabaya geçiyoruz.
Güneş doğunca hemen enkazın karşısında çadır kuran Ülkü Ocakları’nın noktasından ses yükseliyor: “Çorba hazır, aç olan gelsin!” Ekipler, yoldan geçenler, bekleyenler… Herkes bir tas çorba ve yarım ekmeğini alıp toza bulanmış arabaların üzerinde hızlıca tüketiyor. Ve iş makinesi yeniden çalışmaya başlıyor.
İş makinesinin operatörü bir saat çalıştıktan ince bir manevrayla açılan odalardan birine giriyor. Burada asılı duran Atatürk fotoğrafını alıyor, ekiplere veriyor. Çok değil bir saat sonra ise bu defa kabininden aniden atlıyor. Enkazın üzerindeki Kuran’ı alıyor, dönüp yeniden çalışmaya başlıyor.
Gün ilerliyor, gece saatlerinde hala bir kısmı ayakta duran bina iyice yıkılıyor. Bu sırada aralıklarla gelen ekipler ses dinlemesi yapıyor. Yine aynı cümleler dönüp duruyor: “Sessizlik, trafiği durdur, yürüme!” Ve ekipler içeri sesleniyor: “Sesimi duyuyorsan elini duvara vur”, “Sesimi duyuyorsan elini yere sürt…” Komuta cevap gelmiyor. Ardından yine aynı cümleler: “Trafiği aç, devam…”
Gün geceye dönüyor, ses dinlenmesi için ekip ve ekipman bir kez daha geliyor. Bu son dinleme olacak.
Rutin tekrarlanıyor, jeneratörler susuyor ve ışıklar sönüyor, trafik duruyor, herkes hareketsiz. Ekibin deyimiyle ‘üç ayrı set’ dinleme yapılıyor. İşin özü enkazın üç ayrı noktasından dinlemeler oluyor. Hem Türkçe hem Arapça enkaza sesleniliyor. Umutlar büyüyor, çünkü bu defa dinleme öncekilerden uzun sürüyor. Ancak yine aynı ses yükseliyor: “Trafiği aç, devam!”
Dinlemeyi yapan uzman kalabalığı yarıp geçerken, “Rüzgâr enkaz arasında esince tozlar dökülüyor, onun sesiymiş. Komuta cevap yok…” diyor.
Birkaç dakika sonra yeşil ışıklarıyla bir araç yanaşıyor, cenaze nakil aracı. Enkazın başında bekleyen polislere soruyor: “Cenaze var mı?” Olmadığı cevabını alıyor, yan enkazdan çıkarılan cenazeleri alıp gidiyor. Birazdan ihtiyaç olacağını kim bilebilir…
Herkes ateşin başına dönüyor. Bu sırada İzmir’den arama kurtarma için koşup gelmiş ve ‘komşu enkaz’da çalışan bir inşaat işçisi geliyor. İlk gün geldiğini ve gördüklerini anlatıyor, ancak biri kulaklarımda yankılanıyor: “Hemen yanda yanan enkazdan geriye kalan kemikleri çıkarabildik…”
Gece ilerlerken iş makinesi yine duruyor, o gece küçük bir manevra dışında bir daha çalışmıyor. Ekipler bir kez daha enkazın üzerine çıkıyor. Ve nihayet ceset torbası isteniyor, araçtan çıkarılıp getiriliyor. Artık bu apartmanın enkazından bir canlı çıkmayacağının ilanı gibi götürülüyor yukarı…
Cenaze torbaya konuluyor, iş makinesiyle aşağı indiriliyor. Yusuf ayaklanıyor, ama yürüyecek durumda değil. Koluna giriyoruz…
DAM-SAR’ın tek kadın çalışanı geliyor, Betül Balıkçıoğlu’nun saçlarının rengini soruyor. Koluna girdiğimiz Yusuf daha da ağırlaşıyor. Ekibin kadın üyesi “Aileden biri gelsin lütfen” diyor. Yusuf gidecek gibi oluyor, “Olmaz” deniyor. Çevredekilerin telkiniyle kuzen Cem gidiyor. Bu sırada geçmek bilmeyen beş dakika yaşanıyor.
Cem ağlayarak, kolunda iki ekip üyesiyle dönüyor. Yusuf’a sarılıyor.
Antakya’nın sayısı 1500’lere kadar inen Rum Ortodokslarından biri daha hayata veda ediyor… Gazeteciler, arama kurtarma ekibi, polisler… Herkes başsağlığı için geliyor, sigaralar uzatılıyor. Bu sırada iş makinesi duruyor ve köşesine çekiliyor.
Aynı enkazdan, Husam Muaadm’ın annesi, babası, abisi, kız ve erkek kardeşi ve Cilli ailesinin yakınları da arka arkaya çıkarılıyor.
Üç milletin bir arada yaşadığı apartman enkaza dönüyor. Üç millet o enkazın başındaki ateşte nöbet tutuyor ve bir poşetle başlayan umutlar torbalara konulan cansız bedenlerin araçlara yüklenmesiyle son buluyor. Bir daha birbirini hiç görmeyecek insanlar, günlerdir kimsenin uğramadığı, gönüllü ekibin gecesini gündüzüne katarak çalıştığı enkazın başından ayrılıyor.
Daha o kadar çok enkaz var ki…
Kaynak : Diken.com.tr